Hakkımızda

Kurucumuz Cengiz Benakman ile yapılan bir dergi röportajında Geçmişten Günümüze HOCAOĞLU

Bazı işletmeler kuruldukları şehirle bir olurlar. İşte böyle bir işletmeyi yazımızda size tanıtacağız. Acı kahvenin kır yıl hatırı varsa bu işletmemizin seksen yıl hatırı var. Aynı zamanda kahvesi ve daha birçok ürünü ile sadece Edirne değil Türkiye’nin özel tadı olan bir marka Hocaoğlu. Hocaoğlu Türk Kahvesi, acı sosu ve aktarlığı ile çoktan Edirne Markası olmuş bir işletme. Kurucusunun devretmesinden sonra tam üç nesil görmüş. Cengiz Benakman’ın önderliğinde abi kardeş Cenk ve Doruk Benakman’a geçmiş bayrak. Ailenin babası ve büyük olan Cengiz Amca ile sohbetimize başlıyoruz. İsminden, kuruluşuna ve günümüze kadar gelen Hocaoğlu’nun tıpkı kahvesi gibi sıcak ve tatlı hikayesi başlıyor.

Hocaoğlu’nun kuruluş öyküsü nedir ?

27 Mayıs 1950 senesinde babam Solomon Levi adında Yahudi kökenli bir esnaftan devralmış dükkanı. O zamanlar Edirne’de yahudi çok, fakat 1948 yılında israil devleti kurulunca göç etmeye başladılar. Babam da dükkan devraldı. 1950 ‘ li yıllara kadar Edirne’de pek türk esnaf yoktu, çoğu yahudi kökenliydi. Bizim isim hikayemiz ilginçtir. Hocaoğlu yahudi kurucudan gelir. 1935 yılında dükkanı kurarken ismini Hahamoğlu koymuşlar. Babası haham olduğu için. Ama o yıllar Trakya olayları var. Gayrimüslimlerin problemler yaşadıkları bir dönem. Bunun üzerine Türk arkadaşı da Hocaoğlu koy diyor dükkanın adını, benim babam haham ama diyor. Türk arkadaşı ne farkeder ki o Yahudice hoca buda Türkçe hoca diyor. Bu şekilde Hocaoğlu başlıyor. Adam ömürlü insanmış bir kaç yıl önce vefat etti.

Peki Siz nasıl başladınız iş hayatına ?

İlkokul bittikten sonra 1955 yılında babam bana “ Çırak vereceğim seni “ dedi. Başta kızdım, bizim dükkanımız varken neden çıraklık diye ama babamızın sözünden çıkamazdık. Yahudi bir terzinin yanında çırak olarak başladık. Daha sonra da mesleğimiz olan aktarlığa dükkanımız Hocaoğlu’nda devam ettik.

“ Aktarlık “ dediniz, o günleri anlatır mısınız ? 

Şimdi yeni aktarlık çıktı ya, bizim esas işimiz aktarlıktır. Çok zor bir meslektir. Niçin bunu söylüyorum; o aktarlığı becerene bu işler basit gelir. Eskiden aktarlar olarak hem insanlara hem de hayvanlara ilaç yapardık. o zamanlar Edirne’de 3 eczane ve biz aktarlar ilaç yapardık. Mesela hayvanların açık yaraları olurdu. Bu yaraları kurt yapardı. Asit fenik dediğimiz antiseptik bir kimyasalı ufacık penisilin şişelerine koyar ilaç olarak satardık. Hayvanların tedavisine katkımız olurdu. İnsanların hastalıklarında da çok aşırıya kaçmadan ilaç olarak papatya kaynatılır ve gargara olarak kullanılırdı. Mesela yazın kiraz yenir ama sapları atılmaz, toplanırdı. Kışın da satardık. Kiraz sapı idrar söktürmeye iyi gelirdi. Yine eskiden uyuz diye bir hastalık vardı, hala var ama: o zamanlardaki gibi mühim değil artık. Biz kükürt, zeytinyağı gibi bir takım maddeleri karıştırırdık, kullananlar da şifa bulurdu. Bir de, nasıl kullanılması gerektiğini karşı tarafa tarif ederdik. Saygınlık görürdük, iyi olanlar gelirler teşekkür ederlerdi. Durumu olmayandan para almazdık. Onlarda bize yumurta, bahçeden toplanmış hediyeler getirirlerdi. Aynı zamanda şekercilerin, badem ezmecilerin, dondurmacıların ham maddelerinin de verirdik. Salep satarız kıymetli şey. Kırım tatar dediğimiz, tartarik asit o olmadan badem ezmesi şekeri kestiremez. sucuk imalatçıları gelir, onların etine göre özel baharat hazırlarız. Dondurmacılara kristal vanilya hazırlarız. Kristal vanilya mesela , şekersiz vanilyaya denir. Bizde onları küçücük rendeler ile rendelerdik. Pek çok işi yapardık.

Açıkçası siz anlatınca kafamdaki aktarlık mesleği düşüncesi değişti. Peki, ilginç bir anınızı bizimle paylaşırmısınız ?

Kezzap gibi kimyasal malzemelerde satılırdı dükkanda fakat bizim kokunmamız yasaktı. Babam bazen şehir dışında olduğunda, çok tanıdık kişiler hariç satmamızı hatta dokunmamızı yasaklamıştı. Verdiğimiz kişilerin isimlerini ve ne sattığımızı not alırdık. Çünkü; kimyasal madde olduğu için, sonra mahkemelik olma durumu söz konusuydu. O yüzden babam; bazen satmamak, satmaktan daha karlı derdi. Nedeni ise, dükkan ilk kurulduğu zamanlarda Solomon Levi çok mahkemelik olmuş. O zamanlar bir yahudi kızı, Türk polis bir genci sevmiş. Daha doğrusu ikiside birbirlerini sevmişler. Fakat evlenememişler.

Çünkü anlatılana göre, yabancı kızla evlense meslekten atılma durumu söz konusu. Kız da gelmiş tuz ruhu almış dükkandan, içip intihar etmiş. Sonra mahkeme tabi, “ Neden sattın. Neden annesine , babasına vermedin? “ diye. Babam da bunu bildiğinden kimyasal madde konusunda çok dikkatli olurdu. Biz de, bu yüzden gelen her müşteriye hemen atlamayız. ince eleyip sık dokur öyle verirdik yada satmazdık.

Peki O zamandan günümüze Hocaoğlu nereden nereye geldi ve marka olmayı nasıl başardı ?

İlk dükkanımız 5 metrekareydi. Ağabeyimle ikimiz vardık. Aktarlıktan zamanla işi geliştirip bakkaliye işine girdik. Kolay değil bakkaliye işi de, fakat babamız bizi sağlam temellerle yetiştirdiği için bu iş bize çok kolay geldi. Çünkü çekirdekten yetiştik. Bu şekilde de bakkaliye işine girdik. Babamız bize “ her zaman en iyi malı uygun fiyata satacaksın. Böyle müşterin de devamlı olur “ derdi. Baharatçılık muazzam hile kaldıran bir işti. Hala da kaldırır. Temiz mal satarsan, müşterin az olur ama hep olur. Çünkü hile yapan kişi, malı senden ucuza mal edip satar. Mesela kekik, zeytin yaprağı ile karıştırıldığı zaman pek kimse anlamaz. Böyle dürüst üretenden daha fazla malı, daha ucuza üretir ve satar. Bunun sağlığa zararı olmasa da kekik, ama kekik değil. Ben mal aldığım tüccarlarımı “ Daha iyisi yok mu ? “ diye zorlarım. İyisini, kalitelisini satarsak her yerden insan gelir, alışverişini yapar. Biz kalitemizden ödün vermedik. İşimizi sevdik. Aldığımız malı yemekhanede önce kendimiz yeriz, beğenirsek satarız. Bu sayede de onca büyük markete, AVM ye karşı butik dükkan olarak kalabildik.

Türk kahveniz ve acı sosunuz sadece Edirne’de değil, gerek ülkemizde gerek komşu ülkelerde ilgi görüyor. Bizzat kendim biliyorum kargo ile gönderdiğim yerler oldu. Şu meşhur kahvenizin ve sosunuzun hikayesini bizimle paylaşır mısınız ?

Kahvemizin hikayesi seksen yıllık kuruluşumuzdan beri var. Makineleşmeye 1965’ li yıllarda başladık. Ondan önce el makineleri ile yapardık. Kahvenin iyisi odun ateşinde olur. Biz makineleştik ama kahvemizi hala odun ateşinde yaparız. Nasıl kara fırın ekmeğin tadı, seri üretim ekmeğe benzemez ise odun ateşinde yapılan kahvenin tadı da bambaşka olur. Birde tazeliğide önemlidir. Biz bir iki ayda bir değil, haftada iki defa kahve kavururuz. bu sayede vitrinde aylarca beklemiş kahve yerine , taptaze kahvemizi satıyoruz. Kahveyi kaliteli alıyoruz. Peki en iyi kahveyi aldın diyelim ama iş bitmedi. Bunun değirmeni var birde mesela. Kahveyi çektiğimiz değirmenin taşı; foça taşı dediğimiz özel bir taştır. Sonra ambalajı da en kaliteli şekilde hazırlanır. Sosumuza gelince, Avrupa Standartlarını yakalamayı başardık. Biz ülkemizde senelerce acı sosu da, zeytini de, peyniri de çok tuzlu yemişiz. Avrupa standartlarına göre, tuz oranını düşürmek gerekli. Ben de, aktarlıktan kalma bilgilerimle bu acı salça sosunu, tuz oranını düşürüp yaparım dedim. ispanya seyahatimde bu iş için uygun makineler buldum. Böylece 2000’li yıllarda başladığımız sos işinde de başarıyı yakaladık. Cenk ve Doruk da sos için güzel büyük bir tesis kurdular. İlerleyen yıllarda daha da iyi bir noktaya geleceğiz. Nasıl ciğerle Edirne’nin tanıtımına katkıda bulunan arkadaşlarımız varsa, inşallah bizde sosumuzla bu tanıtıma katkıda bulunacağız. Yine diyorum ; işini seveceksin, ilgilenecek ve araştıracaksın.